İlk bakışta %11.5… Kâğıt üzerinde çekici bir rakam gibi durabilir. Hani yazıyla da yazalım ki gözümüz gönlümüz şenlensin: “On bir buçuk…” Ne kadar da dolgun bir ifade! Felsefeye sığınacak olursak, bu “yarım” meselesi belki de insanın bitmeyen arayışını simgeliyor. Tam olduğumuzu sandığımız an, gerçekte yarım kaldığımızı ve “doyamadığımızı” anımsatır. Hayatı buçuklarla geçirenler gibi. Yani öyle bir 11.5 ki, tam doyamıyor, tam da yetinemiyor insan.
Gelin görün ki bu 11.5, şu an memurların ve emeklilerin hiç de felsefi bir doygunluk yaşamasına yetmiyor. Açlığın felsefesi yoktur derler; insan karnı açsa, varoluşsal meseleleri derinlemesine düşünmek pek zor olur. Belki Sokrates yaşasaydı, “Bir memurun karnı doymuyorsa, hangi bilgi onu mutlu edebilir?” diye sorardı. Fakat bizim Sokrates’e değil, daha çok market arabasına koyacak sebze meyveye ihtiyacımız var.
Tam da bu noktada iş bırakma eylemi gündeme geliyor. Hani şu uzun tarihsel mücadelenin çocuğu, “Aslında grev hakkımız yok ama iş bırakıyoruz, adını da başka bir şey koyuyoruz” diye bir formül var ya… Onu diyorum. Normalde insan hakları içinde temel sayılan eylemlerden biri — ki atalarımız (sendikal atalarımız) 1990’lardan beri bu uğurda ter dökmüş, yürümüş, direnmiş. Üstelik “Birleşe birleşe kazanacağız” nidalarıyla ya da “Güneşli günler göreceğiz” şarkılarıyla… Peki, neredeyiz şimdi? Sarı bir sonbahar yaprağının hüznünü mü yaşıyoruz yoksa?
İşte, “sarı yaprak” demişken gelelim sarı sendikalara. Sendikacılık tarihimizin en renkli tablosu belki de onlara aittir. Neden sarı? Sonbahar havası mı, yoksa tarafsızlık rengi mi belli değil. Ama netice şu ki, bu sarı sendikalar, iş bırakma eylemi söz konusu olunca, adeta bir baloya gündelik kıyafetle gitmiş gibi rüküş kalıyorlar: Ne tam ortaya çıkabiliyorlar, ne de hiç yokmuş gibi davranabiliyorlar. İnsanın aklına tam o an şu soru geliyor: “Peki ne zaman çağıracaksınız üyelerinizi eyleme?”
Tabii haklarını da yemeyelim: Ortada görünmeden, çok şey söylüyormuş gibi yapmak, bir tür sanatsal performans. Belki bu performansı Avangart Tiyatro Festivali’nde izlesek alkışlardık. Fakat konu memurun cebi, emeklinin “son nefeste iki lokma huzur” çabası olunca, işler ciddiye biniyor. Yani madem yetersiz bir zamla karşı karşıyayız, bari bunu yüksek sesle dile getirmek, gerekirse mücadele etmek gerekmez mi? Demek ki her sarı renk, güneş gibi aydınlatmıyor; bazen sisli bir havada eski püskü bir tabela gibi önünü de göstermiyor.
İroninin doruk noktası tam da burada: Sendikalar, sendika olmaktan çıkıp “Yetkililer ne derse o doğrudur” makamına geldiyse, üyelerin de kendisine sorması lazım: “Ben niye aidat ödüyorum? Benim aidatım nereye gidiyor?” Herhalde bir bardak çaya, biraz kuru pastaya gidiyor olsa gerek. Ya da “Sizi temsil ediyormuş gibi yapmaya” harcanıyordur. Durum öyle karmaşık ki, Mevlânâ gelse “Gel, ne olursan ol yine gel” demeye utanır. Zira ortada ne “olma” var, ne “gelme.”
Oysa iş bırakma eylemi, tarihsel olarak bakıldığında, sendikal mücadelenin belki de en keskin, en etkili enstrümanlarından biri. Grev diyemiyorsak, iş bırakma deyip geçiyoruz. Ama asıl mesele şurada yatıyor: Niye bırakamıyoruz ki şu işi? Gelir güvencesi yok diye mi? Yasal sınırlamalar var diye mi? Yoksa “Ya sendikamızın üzerinden siyaset basıncı eksik olmazsa” diye mi çekiniyoruz? Kimbilir belki de “Sarı sendika” dememizin nedeni budur: Cesaret bir tutam eksik, bağımsızlık kıvamı biraz düşük.
Tabii bu komedi aslında memurun cebine bakınca trajediye dönüşüyor. Çünkü 11.5’le markete giren memur, kasadan çıkarken -11.5’le karşılaşıyor. “Bu kadar kısa sürede enflasyon bu kadar büyük artış mı gösterdi?” diye hayret etmekle kalmıyor, artık tuvalet kâğıdı sayısını bile haftalık düzene sokuyor. Bir dahaki ayın faturalarını nasıl ödeyeceğini düşünüp “Var mıdır bir sendika, benim halimden anlayan?” diye iç geçiriyor. Derken “sarı sendika”nın açıklamasını duyuyor: “Efendim, biz görüşmeler yapıyoruz, her şey kontrol altında.” Memur, tam orada Freud’a bağlanıyor: “Bilinçaltı çatışmalarımız, toplumsal hüsranlarımızla nasıl da birleşti...”
Velhasıl kelam, memur ve memur emeklileri hem aylıklarının hem de yaşam standartlarının mumla değil, projektörle arandığı bir devirde, iş bırakma eyleminin adı bile başlı başına umut verici olabilir. Çünkü eylem, farkındalık yaratır, ses getirir. E insan biraz sesini yükseltmeli ki hak isteyebilsin, değil mi? Ama sarı sendikalar öyle pek ses etmiyor. Gerekçesi nedir bilinmez; belki 11.5’in “gizli bir bereketi” olduğuna inanıyorlardır, belki bir “mühimmatım tükenmesin” stratejisi güdüyorlardır. Gelin görün ki dervişin fikri neyse zikri de o: Hareketsizlik mazeret değil, korkuyu yenmek ise şart.
Sonuç mu? %11.5 ‘tam yarım’ kalmaya devam ediyor. Sarı sendikalar renklerine leke sürdürmemek uğruna eylem kararını askıya alıyor (zaten askıdan başka yerlere de pek uğramıyor). Memur ve emekli ise “sosyal adalet” tablosunun bir köşesinde suskun bir figür gibi resmediliyor. Tarih, bir gün bu dönemi yazarsa muhtemelen “Neden sessiz kaldılar? Neden eylem yapamadılar? Neden hep yarım kaldılar?” diye soracak. Cevabı şimdiden vermek bize düşmesin: Bize düşen, bu absürtlüğü felsefi, ironik ve mizahi yönden elden geldiğince ifşa etmek.
Zaten diyorum ya, insanın en büyük hakkı, varoluşunu onurlu bir yaşam sürerek ifade etmektir. Bu memur için de geçerlidir, emekli için de, öğrenci için de… İşte bu yüzdendir ki, sendikal mücadele tıpkı varoluşsal bir çabanın uzantısı gibidir. Kimi sarı sendikalar bu çabayı gölgelemeye çalışsalar da, gerçek sendikacılık her zaman var olacak, belki de eninde sonunda o “yarım” 11.5’lar, tamamlanacak — en azından umudumuz bu. Yoksa Sartre’ın dediği gibi, “Var olmak, eylemde bulunmaktır.” Ve eylem, ne kadar engellenmeye çalışılsa da, er ya da geç hayat bulur!