"Fikri Hür, Vicdanı Hür, İrfanı Hür Eğitim Çalışanlarının Adresi"

Ana Sayfa… Yalan Değerler Ülkesi …

… Yalan Değerler Ülkesi …

İç sesimle büyük kavgam var bu aralar. Gerçi hiçbir zaman, çok sağlıklı bir ilişkimizin olduğu da söylenemez ama bu aralar fazlaca öfkeli ve fazlaca sertler bana karşı. Birisini ikna edip susturmam yetmiyor savaşın bitmesine. Diğeri öfkeyle haykırıyor kendi içinden geçeni. Daha önceleri sadece yalnızken çıkan bu kavga, artık kalabalıklar içinde, olmadık zamanlarda yaşanır oldu. Bu kalabalıkların içinde bile yalnız olduğumu bildiklerinden mi, yoksa bir tek onlara her şeyi apaçık söyleyebildiğimden midir nedir? hiç susmak bilmiyorlar artık.

Cezbedici bir yönü de yok değil hani bu durumun. Kışkırtıyoruz birbirimizi. Yine kavga çıkacağını bildiğim halde, sıklıkla yalnız kalmaya çalışırken buluyorum kendimi. Onlarsa beni mağlup etmek için hep hazırlar zaten. Olmadık konularla sinsice bekliyorlar zihnimde. İkimizde hoşlanıyoruz galiba bu mücadeleden. Zalimce bir kavga sürüp gidiyor aramızda. Acımazsız sözler dökülüyor dudaklarımızdan. Bi kabullenemedik gitti birbirimizi. Ne desem, ne söz versem ikna olmuyor, olacağa da benzemiyorlar bu gidişle.

Yaptıklarımız ya da yapmadıklarımız. Bazen de yapamadıklarımız. Düşündüklerimiz veya düşünmeye değer görmediklerimiz. Hangi değerlere inanıyoruz, hangisinden uzak duruyoruz, hangisinden nefret ediyoruz, hangilerini içselleştirmek için çaba sarf ediyoruz? Yaşam amacımız ne? Varlığımız insanlığa ne gibi bir katkı sağlıyor? Doğru ve yanlış kriterlerimiz nelerdir? Kim belirliyor tüm bunları?…  Böyle sürüp giden sonu gelmez tartışmalar.

‘Siz hepiniz ben tek, gelin bakalım’ şeklinde beylik laflarla karşılık veriyorum onlara. Onlarda sıkıldılar artık benim bu tavrımdan ve sürekli aynı sözleri duymaktan. Belki de daima savunmada kalmamdan hoşlanmıyorlardır. Bilemiyorum.

Bildiğim tek şey, bu zihnimdeki kavganın bir kısmını anlatıp, sizin de canınızı sıkmak istediğim. Emek harcanmayan değer, kişinin gerçek değeri olamaz çünkü.

Son zamanlarda, iç sesim ve benim aramda devam eden kavga (ki 2 gündür küstük ve konuşmuyoruz birbirimizle), Nikola Tesla’nın “İnancınız var diye ahlaka ihtiyacınız kalmadığını sanıyorsunuz”* sözü üzerine başladı.

İyi ya da kötü eylemlerin kaynağının tanrıdan veya inançtan gelip gelmediği ile iyilik ya da kötülüğün, kişinin kendi ahlaki ve vicdani muhasebesiyle alakalı olup olmadığı üzerine tartıştık. Benim cevaplarımı çoğunlukla dinlemiyor zaten. Bazen de dinlediklerinden beğenmediği olursa eğer, ağır küfürler ediyor. Sadece o konuşacakmış. Ben susacakmışım. İstemeden de olsa tamam demek zorunda kaldım. Üzgünüm.

Ayrılığa düştüğümüz son konuda iç sesimin iddiası şu ki;

 İyi ya da kötü, kişinin kendi özünden meydana gelir. Bütün bunların asıl kaynağı insanların tam olarak kendisidir. Tarihte, insan toplulukları, yaşadıkları çağda, hangi değeri toplumsallaştırmak istiyorlarsa, onu başat/öncü değer haline getirip, hayatlarının merkezine yerleştiriyorlar ve ona göre yaşıyorlar. Bizim bugünkü tercihimiz ise; hamaset dolu, samimiyetsiz, yalan değerler ülkesinde yaşamak isteğimiz galiba.

Buna ayak uydurmak istemeyenler ve bu sahteliğe başkaldıranlar elbette ki varlar ama mücadele ederek ancak kendi zamanlarını erteliyorlar sadece.

Verilen sözlerin tutulmadığı, yola çıkılan amacın ve inanıldığı söylenen değerlerin tam tersine davranıldığı, çoğu kimsenin söylediği hiç bir sözde samimi olmadığı, daha da fenası, bu sahteliğin en kutsal değer olarak pazarlandığı bir dönemin tam göbeğindeyiz bugün. Güçlü ve kalabalıklar. Karşı duranlar direnemeyecekler bi yerden sonra bu toplumsal baskıya. Önünde sonunda, onlarda dönüşmek zorunda kalacak, belkide aynı onlar gibi olacaklar.

Politikadan inanca, eğitimden sosyal yaşama, hayatın her alanını ele geçirmiş durumda bu davranış kalıbı. Her gün, her an karşımıza çıkıyorlar. Duymamak ya da görmemek mümkün değil. Kaçtıkça daha rezil olanıyla burun buruna gelmemen için hiçbir neden yok maalesef.

   Asıl tehlike; toplumsal yaşamda görünür olanların olumsuz değer yargıları ve o değerler ışığında eyledikleri kötü fiillerin, bir süre sonra o toplumun değerlerine ve fiillerine dönüşmesi neticesinde, bu durumu genel geçer davranış biçimi olarak kabul eden toplumun hissizleşip, duyarsızlaşarak, rahatsızlık duymadan yaşamına devam edebilmesidir bence.

Nedir bu davranışlar?

 Liyakatsizliği ve insan onuruna yakışmayan ekonomik düzeni ortadan kaldıracağını iddia eden kimi politikacıların, aynı adaletsizliklerin kaynağı olması gibi mesela.

Ahlakı, namusu, dürüstlüğü ve birçok erdemi üstün değer olarak yaşamına uygulayıp bunu topluma anlatmakla sorumlu kimi din görevlilerinin, aynı kavramların tecavüzcüsüne dönüşmesi gibi mesela.

İşçinin, memurun ve emekçinin en iyi şartlarda çalışabilmesi ve onurlu bir gelecek hayalinin gerçekleşebilmesini savunmakla görevli kimi sendikacıların, ilk kavşakta bütün bunları unutup, kendi çıkarı için herkesi üç kuruşa satması gibi mesela.

Doğru neye mâl olursa olsun, saf gerçeği duyuracağına yemin edip eline kalemi alan kimi gazetecilerin, kendi menfaatleri için kaleminden iftira, yalan ve ucuzluk akıtması gibi mesela.

Helal kazanç sağlamak ve bu helal kazanç ile ülkeye katma değer kazandırmak adına işletme kuran kimi iş insanlarının, ilk fırsatta emeği sömürmeye kalması ve devletten vergi kaçırmak için bin bir türlü dalavere çevirmesi gibi mesela.

Ülkenin ve kişinin geleceğinde olumlu değişiklik oluşturmak ve erdemleri olan donanımlı bireyler yetiştirmek için kimi eğitim kurumu işletenlerinin; kaç kişinin hakkına girebileceğine dahi bakmadan, öğrencilerin notları parayla satması gibi mesela.

Terazide gramı eksik ağırlık kullanan manavdan köylünün kadınlarına göz diken imama, ürünü ağır gelsin diye içine taş katan üreticiden koltuk sahibi olmak için torpil yaptıran müdüre, toplanan aidatı cebine atan apartman yöneticisinden sınırı bir metre öteye diken çiftçiye, çocuğunu torpille işe koyan milletvekilinden müridine hallenen şeyhe, süte su katan hayvan sahibinden kendi çocuğuna layık görmediği sorumsuzluğu başkalarının çocuklarına reva gören öğretmene, kararı rüşvet karşılığında veren hakimden küresel ilaç firmalarının çıkarı için sağlığımızla oynayan doktora…

Liste böyle uzayıp gidebilir.

Verilen örneklerden birkaçıyla mutlaka karşılaşmışsınızdır çevrenizde. Çünkü, bugün en geçer akçedir artık;  hem inancın hem de evrensel değerlerin temel taşı olan ahlaktan yüksek sesle bahsedip, o değeri çok kolay bir şekilde yok sayabilmek. Halbuki nasılda nutuklar atılıyor değil mi? Ekranlarda, sohbetlerde, iş yerlerinde, kahvehanelerde, sosyal hayatımızın her mecrasında?  En doğru benim, en inançlı benim, en ahlaklı benim, en çalışkan benim, en iyi benim. Bütün en’ler bizde!

 ‘En’ güzeli de; torpille işe girip, sosyal medyadan “Rızkımı veren Hûda’dır, kula minnet eylemem.”** yazarak paylaşım yapanlar olsa gerek.

Gerçeklik algınızı yitirmeniz ve umudunuzu tümden kaybetmeniz işten bile değil artık bu memlekette.

Pekiiii;

Düzeltilebilir mi tüm bunlar? Aynı değerler içselleştirilebilir mi yeniden? Bu sahtelik yok edilebilir mi hayatımızdan? Ümidimizi diri tutmalı mıyız yine de?

Şüphesiz herkesin bir cevabı var bu sorulara. Fakat, en yüksek tondan, yine o, ‘en ahlaklı’ olanlarımız konuşuyor ve bu çürümüşlüğün sebebinin, buna itiraz edenler olduğunu anlatmaya çalışıyorlar herkese. Buna inandırmaya çalışıyorlar toplumu yeniden. İtiraz edenlerin sesi duyulamayacak kadar kısık, gerçeği talep edenlerin sayısı dikkate alınamayacak kadar az ne yazık ki. Onlarsa utanmıyorlar, sıkılmıyorlar, hatta bu çürümüşlüğün sebebi olduklarını unutup, yine biz düzeltiriz diyorlar amaaaa, benimde aklıma bir hikaye geliyor bu noktada.

Rivayet odur ki;

Bektaşi Şeyhlerinden bir tanesi bir köye misafir gitmiş. Hoş beşten sonra hemen sofraya buyur etmişler şeyhi. Dili tatlı, muhabbeti güzel şeyh, almış eline sazı hiç durmadan anlatıyor. Köylü de pür dikkat dinliyor tabi ama namaz vakti de kaçtı kaçacak. Bektaşi Şeyhinin hiçte umurunda değil nedense bu durum. Bir iki kıpırdanıyorlar falan. Bakıyorlar olacak gibi değil. Köylü sessizce kendi aralarında organize olup, sırayla gidip kılalım, hep beraber kalkarsak ayıp olur şey efendiye deyip, sırayla namazlarını çabucak kılıp geliyorlar. Muhabbet güzel. Şeyh anlatmaya devam ediyor. Dinleyenler memnun.

Bütün köylü namazı bitirip geldikten bir süre sonra, Bektaşi Şeyhi; “ey ahali, çok uzun konuştuk, muhabbet güzel ama namaz kaçmasın, kılıp geleyim, yine devam ederiz deyip yerinden kalkıyor ve ilerideki ağacın dibine geçip namaza duruyor. Öyle huşu içinde, öyle ihtimamlı ki, her secdesi en az 5 dakika süren bir namaz. Hiç aceleye getirmiyor şeyh. Gereğince kılıyor namazını. Köylü utancından yerin dibine girmiş tabi. Şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlar.

Bir süre sonra, Bektaşi Şeyhi namazı bitirip yerine oturur oturmaz. Köylü; utana, sıkıla, “hakkını helal et şeyh efendi. Biz bilemedik. Senin de namaz kılacağını düşünemedik. Ne de güzel kıldın öyle. Vallahi hepimizin kıldığı namaza bedeldi namazın. Allah kabul etsin inşallah” deyince. Bektaşi Şeyhi gerinmiş, oturuşunu düzeltmiş ve boynunu geriye atarak ahaliye bakıp: “Siz bi de beni abdestliyken görün” demiş.

Son söz;

İstediğiniz kadar iç sesinizle kavga edin, sorgulayın, doğruyu bulmaya çalışın ama Sadi-i Şirazi’nin şu sözü de hep kulağınızın bir köşesinde olsun mutlaka.

‘’Kimse sınanmadığı bir günahın masumu değildir.’’*

Cüneyt KAHYAOĞLU

06.08.2024

*       “O Kadar Cahilsiniz ki Dininiz Var Diye Ahlaka İhtiyacınız Kalmadığını sanıyorsunuz.” Nikola Tesla

**     “Rızkımı veren Hûda’dır, kula minnet eylemem.” Kul Nesimi

***   ‘’Kimse sınanmadığı bir günahın masumu değildir.’’  Sadi-i Şirazi

Köşe Yazarlarımız