Bugün geldiğimiz noktada, toplum olarak ciddi bir dönüşüm sürecindeyiz. Teknolojik gelişmeler, tıptaki ilerlemeler, küreselleşme ve iletişim konusunda devrim niteliğindeki değişiklikler bir yandan hayatımızı kolaylaştırırken, diğer yandan toplumun ruhsal yapısını, etik değerlerini ve sosyal ilişkilerini zayıflatıyor gibi sanki. Sahte davranışlar, çıkar ilişkileri ve samimiyetsiz bağlantılarla şekillenen dünyada, toplumsal çürümenin hızla artması işten bile değil. Sosyal çürümenin, sadece bireylerin değil, aynı zamanda toplumların da geleceğini tehdit eden, ciddi bir sorun olduğu ve bu konuda önlem alınması gerektiği anlaşıldığında çok geç kalmış olmayız umarım.
Sosyal çürümeye; temel noktada, toplumsal değerlerin yozlaşması ve bu yozlaşmanın genel geçer kabul edilmesi diyebiliriz. Toplumsal değerler, o toplumun hem kimliğini oluşturur, hem bireyler arasındaki bağları güçlendirir hem de o topluma özgü ortak bir yaşam biçimi ortaya çıkarır. Ancak, son yıllarda, özelliklede ülkemizde, bu değerlerin hızla yok olduğunu, hatta bu değerleri yok olanların baş tacı edildiğini görmemek mümkün değil. Sokağa çıktığınızda şöyle bir etrafınıza bakın lütfen; insanlar arasındaki güven, karşılıklı saygı ve empati davranışlarından eser yok. Onların yerini bencillik, çıkarcılık ve yüzeysel ilişkiler almış durumda. Bu durum, sosyal yapının zayıflamasına ve toplumsal huzursuzluğun artmasına neden olduğu gibi, yine o toplumdaki bireylerin yalnızlaşmasına, yalnızlaştıkça da saldırganlaşmasına neden oluyor.
Özellikle gençlerimiz; başarının maddi kazançla ölçüldüğü ve kişinin değerinin sahip olduğu mal varlığı ve iş hayatındaki başarılarıyla eş değer tutulduğu modern dünya anlayışını ön planda tutan bir toplumda yetişiyorlar bugün. Bu anlayış, insanlar arasında gerçek bağların kurulmasına engel olduğu gibi, kişinin kendi çıkarlarına hitap eden ilişkiler ve işine yarayacak ‘faydalı’ arkadaşlıklar kurmasının daha doğru olduğunu, hatta bunu yapmayanın ne kadar aptal bir hayat yaşadığını dikte ediyor bizlere.
Sosyal çürümenin bir başka boyutu da, toplumsal sorumlulukların giderek unutulmasıdır. Geçmişte insanlar, toplumun refahı için birlikte hareket eder, birbirlerine karşı daha duyarlı olurlardı. Bugünse, bireysel çıkarlar çoğu zaman toplumun iyiliğinden önde tutuluyor. Sosyal dayanışma, yerini bireysel başarılara ve kişisel kazançlara bırakmış durumda. Toplumda artık “ben” diyenler çoğalmış, “biz” diyenlerin ise sesi hiç duyulamayacak kadar az çıkar durumda artık. Bu da toplumsal dayanışmanın zayıflamasına, birlikte hareket etme bilincinin kaybolmasına yol açıyor. Toplum olma özelliğimizden koşar adım uzaklaşıyoruz sanki. Çünkü, en önemli konulardan birisi de toplumsal vicdanımızın yok olması.
İnsanların haksızlıklar karşısında tepkisiz kalması, adaletin asla yerini bulmadığı gerçeğiyle kendi adaletini sağlamaya yönelmesi ve ‘artık her koyun kendi bacağından asılır’ düşüncesiyle kendini sağlama alma refleksi, o insanların toplumsal vicdanı kolaylıkla yok sayabilmesine neden olmaktadır. Ülkede yaşan bütün insanların yüreğini acıtan bir olayda, konu sosyal mecralar vasıtasıyla hızla yayılırken, daha sonrasında verilen yüzeysel tepkiler ve caydırıcı olmayan, hatta neredeyse özendirebilecek cezaların verilmesi bu tür toplumsal infial yaratan olayların artmasına, sorunların çözümsüz kalmasına, daha da kötüsü bir toplumun sonunu hazırlayan kronik toplumsal sorunlara dönüşmesine sebep oluyor.
Sosyal çürümeyi durdurmak ve bize ait olan değerlerimizi korumak için, toplum olarak yeniden güçlü bir dayanışma ruhu inşa etmemiz gerekiyor. Her bireyin, sadece kendisini değil, etrafındaki insanları da düşünmesi, toplumsal sorumluluklarını yerine getirmesi ve karşılıklı anlayış geliştirmesi gerekiyor. Çıkarlar ve kişisel kazançlar yerine, ortak iyiliği gözeten bir toplum yapısına dönmemiz gerekiyor. Aksi takdirde, hızla çürüyen bu yapının içinde hayatta kalma olasılığımız neredeyse yok gibi.
Son olarak fikrim şudur ki; Toplumu iyileştirmek, bireyin kendisinden başlaması gereken bir süreçtir bence. Sistemleri yaratanda, onu bozanda insandır en nihayetinde. Siyahı, beyaza benzetmeye çalışmadan, ortak yaşam kültürü içerisinde siyahın en güzel beyazda göründüğünü unutmadan hareket etmemiz gereken önemli günlerden geçiyoruz. Bize nasıl davranılmasını istiyorsak ve hangi davranış biçimlerine sahip insanlardan oluşan bir toplum hayal ediyorsak, bunu önce kendimiz tatbik etmeli, ona göre yaşamalı, bu uğurda mücadele vermeliyiz. Yani sözün özü şu ki, ünlü sanatçımız ve münevver düşünürümüz LVBEL C5 beyfendininde dediği gibi;
‘‘Eğer prenses olmak istiyorsan, prenses gibi davran. Hı hı!’’