"Fikri Hür, Vicdanı Hür, İrfanı Hür Eğitim Çalışanlarının Adresi"

Ana Sayfa…BİLİNMEK İSTEDİM…

…BİLİNMEK İSTEDİM…

…BİLİNMEK İSTEDİM…

             İnsan, yaşam denilen bir yük ile gelir dünyaya. Onunla doğar, onunla büyür, onunla devam eder hayatına. Ölümle kurtulabilir ancak bu yükten. Yaşadığı sürece kendisine ait, bildiği ve emin olduğu tek şey olduğundan kolay bırakmak istemez yaşamı bu yüke rağmen. Çünkü bilir ki, kendi isteği ile dünyaya gelmemiştir. Hayatı, bedeni, varlığı, düşüncesi hatta benliği bile kendisine ait değil, kendisinden değildir. Çelişkisidir bu insanın, gittikçe derinleşen, yaşandıkça karmaşıklaşan…
       

         Yaşama yüklenen anlam ile yaşamın gerçekte ne olduğu da kendi içerisinde çelişkiye açık bir konudur. Anlam yüklenen yaşam, bir bilince sahip olmadığı için kendisi hakkında bir yargıda bulunamaz. Yaşam, kendi kendisine bir anlam yükleyemediği gibi, kendisinin farkında da değildir. Felsefi mantık gereği de, en az bir bilenin olmadığı yerde o şeyin varlığı ile yokluğu aynı anlama gelmektedir, birdir. Yaşam bu noktada hiçliktir ve yaşamın kendisi de bir bilen değildir. Bilen yoksa yaşam da yoktur, yaşamın varlığını ya da yokluğunu tartışacak bilinçler de yoktur. Çünkü bu noktada yaşam hakikat değildir. Ancak; hakikatin var olabilmesi için en az iki bilene ihtiyaç duyulmaktır. Bunlar; bilen, bildiğini bilen ve bilindiğini bilen.
     

         Yaşamın gerçekte ne olduğunu bizim zihinlerimiz tayin eder. Fakat, bir şeyi bilebilmemizin bazı temel koşulları vardır. Bilenecek olanı duyumsamak, duyumsayabildiğimiz şeye anlam yüklemek, üzerine düşünebilmek ve bu yolculukta elde edilen bilgileri saklayabilmek. İnsan bedeni kendi başına bir anlam ifade etmezken, o bedene mevzilenen akıl sayesinde, beden anlamını bulur ve var olur. Bu nedenle insan, hem nesnenin kendisi hem de zihne sahip bir varlıktır. Varlıktır diyorum çünkü; aynı mantıkla, zihin kendi kendisini tek başına bilse dahi, kendisini bildiğini bilse dahi, var olabilmesi için başka bir bilene ihtiyaç duymaktadır. Yani, insan, zihni aracılığı ile yaşamı bilmesine karşın, yaşamın da insanı bilmesi gerekmektedir. Yaşamı hiçlikten kurtarmak için, insanın bilmesini sağlayan zihin (akıl) ile ona bakmak gerekir. Zihin ile bakılan yaşam, kavramlar üzerinden anlam kazandırıldığında gerçekliğe dönüşebilmektedir. Söz konusu kavramlar; bilen kişinin akıl yolu ile anlamlandırması sonucu ortaya çıkardığı yaşamsal araçlardır. Fakat kavramlar da bir bilen ile varlık gösterebilir ama anlam kazanabilmeleri için en az iki bilene ihtiyaç duymaktadırlar. Burada bilmekten kasıt, bilende değişiklik meydana getiren bilginin kendisidir aslında. Bilgi, insanın yaşamını sürdürebilmesi, varlığını devam ettirebilmesi ve yaşamını daha konforlu hale getirip, anlamlandırabilmesi için olması gereken zaruri koşuldur.
       

          Asıl olan; bilmek, bilgiden ve deneyimlerden kavramlar üretmek, daha önce üretilen kavramlar üzerine düşünmek, o kavramlar üzerinden diğer bilenlerle iletişime geçerek birlikte yaşamı anlamalı kılmaktır. Bütün canlıların, dünya üzerinde var olduğu ilk günden beri, bilmek en önemli meziyetidir hayatta kalmak hatta var olmak için. Bilmek hem anlamlandırabilir kavramı hem de anlamını değiştirebilir. Düşünce tarihinden itibaren, insanların yapmaya çalıştıkları şey de budur aslında. Bilmeye çalışmak ve elde edilen bilgiler ışığında anlam aramak. İnsanoğlu yüzyıllardır arıyor o anlamı ve daha bulabilmiş değil şimdilik. Çünkü o anlam yaşamın kendisi ile ilişkili ve sonsuz. Kadim inanışlar, dinler ve filozoflar bilmek ve anlam peşinde koşuyor çağlardır. Örneğin; “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim.” (Acluni, Keşfü’l-Hafa, II, 132, hadis), “Yol, gerçek ve yaşam benim… Ben insanlar yaşama, bol yaşama sahip olsunlar diye geldim” (Hz İsa, İncil)
     

          Toplumlar birbirinden habersiz uğraşmasına rağmen, bu çaba ve uğraşın en temel ve başat kavramları, birçok değişiklik göstermesine karşın her zaman etik, ahlak ve erdem adlı kavramlar olmuşlardır. Geldiğimiz noktada birçok başkaca etken olmasına rağmen bu üç kavram etrafında kümelenmiş durumda bütün kavramlar. Yaşam buralardan anlam ve amaç çıkarma yoluna gidiyor uzun zamandır.      

 Soralım o zaman, nedir yaşamın anlamı ve amacı?

Sokrates’e göre; yaşam boyu peşinden koşulan en yüksek iyi mutluluk mu?
Aristotales’e göre; eylemler yoluyla kendini gerçekleştirmek mi?
Kant’a göre; ilkede iyi olmak mı?
Platon’a göre; bilgi aracılığı ile erdeme ulaşmak mı?
Nietzsche’ye göre; hayatın anlamı yok ve hayat kusurludur mu?
Yoksa,
Bir Türk vatandaşına göre; belediye de torpille işe girmek mi? Cevap sizde…


      Şimdilik Kant’ın ahlak kavramından küçük bir kısım ile yavaş yavaş yazımızın sonuna gelelim. Ne diyor İmmanuel Kant; ‘’Bir eylemin ahlaki değeri, o eylemin yöneldiği ya da o eylem yoluyla elde etmek istediğimiz sonuca göre belirlenmez. Eğer eylemde bulunurken, arzularımız, tutkularımız, eğilimlerimiz tarafından ya da bunların nesneleri tarafından belirleniyorsak, o zaman bağımsız ya da özerk bir şekilde eylemiyoruzdur. Yani kendi eylemimizi kendimiz belirlemiyoruzdur. Yani eylemlerimizin ahlaki değerinin, eylemlerimiz yoluyla varmak istediğimiz sonuçta değil, eylemlerimizi önceleyen ve eylemlerimizin temel niteliğini belirleyen ilkede aranması gerekmektedir.’’ Yani, önce ilke olacak o da ahlaki olacak, oraya bakacaksın diyor.
      Toparlarsak,
      Yaşam denilen şey; anlam, kavram, bilgi ve bilinç ile var olup, ilke, ahlak ve etik ile varlık haline dönüşebildiğine göre, bunlar olmadan sürdürülen bir yaşamın varlığı ile yokluğu birdir ve doğum ile yüke dönüşen yaşam, ölüm ile sonlandığında başkaca kişilere ve hatta yaşamın kendisine bile yüke dönüşebilmektedir.
Bilmek yaşamdır, bilelim   … … …

Cüneyt Kahyaoğlu
25.07.2024

Köşe Yazarlarımız